17 Ocak 2015 Cumartesi

turuncu bağcıklı ayakkabılar ve babam.

ilkokul 4. ya da 5. sınıfta olduğum bir dönem. Şuan için orta halli, o gün için fakir bir ailenin büyük olan çocuğuyum.
   Aynı mahallemizde olan bir okulda okuyorum. Bir perşembe günü. Sabahçıyım. Perşembe gününün özelliği ise, Altıparmak'taki Burç Sinemasında makinist olarak çalışan babam o gün izinli. Sinemada çalıştığı için gece ben uyuduktan çok sonra eve gelir, sabah ben okula giderken şanslıyım eğer uyanmış olur ve beni kirli sakallarını yüzüme batırarak öper ve 250 000 (şimdinin 25 kuruşu) harçlık verir okula yolcu ederdi. O paraya daha ilk teneffüste, benim gibi onlarca veletin hücum ettiği kantinde harcardım. Harcardım dediğime bakmayın o paraya sadece salçalı tost ve şimdilerde pek bulunmayan ama eskiden müthiş revaçta olan küçük kare şeklinde 150ml bi meyve suyu alınabiliyordu. Büyük harçlığımı ilk teneffüste harcadığım için geri kalan 5 ders boyunca aç olacaktım. Çocukluğun verdiği gurur yüzünden evden de yiyecek getirmiyordum. Annem çantama koymuş olsa bile sabah ona çaktırmadan çıkartıyordum.
   Böyle bi perşembe günü babamın evde olduğunu bildiğimden koşa koşa dönüyorum okul çıkışı. Amacım bi an önce eve varıp annemlerle birlikte artık müdavimleri olduğumuz "perşembe pazarına" gitmek ve kendime bir spor ayakkabı aldırmak. Gerçi pek de bir umudum yok hani. Yeni ev yaptığımız ve gırtlağa kadar borç içinde olduğumuzu idrak edebiliyorum da işte çıkmadık candan umut kesilmez hesabı biraz.
   Hazırlanıp giyinip çıkıyoruz evden.Ayağımda, artık beden derslerinde arkadaşlarımdan utana sıkıla giydiğim, sağ ve sol başparmağının olduğu kısımlardan delinmiş lacivert bir bez ayakkabı var. Pazara varıp mutfak için gerekli ıvır zıvır alındıktan sonra babamı zorla çekiştire çekiştire genellikle kıyafet tezgahlarının olduğu bölüme sokmaya çalışıyorum. Her zaman babamdan daha mantıklı ve zeki olan annem daha o tarafa yöneldiğimi görünce "-oğlum paramız yok haftaya bakarız." diyor ama babam kıyamıyor ve birlikte bi ayakkabı tezgahının önünde duruyoruz. Bugün bile çok net hatırlarım; siyah renkli, turuncu bağçıkları olan, tabanında beyaz şeritli çok hoş bi ayakkabı çarpmıştı gözüme. Hemen elime alıp inceliyorum. O an dünyadan kopmuştum. Evren o ayakkabıdan ibaret benim için. Elimden gelse bağrıma basıp koynuma sokucam ayakkabıyı o derece benimsedim. Babam fiyatını sorduğunda 30 milyon dedi adam. Ulan zaten bizim o zamanki pazar bütçesi 35-40 milyon. Hayatta alamaz bizimkiler bu ayakkabıyı bana diyorum. Babam, alabileceğinden değil de adetten bi pazarlık yapmaya çalışıyor adamla. Sanki 25 milyona verse alabilecekmişiz gibi ama o amınakoduğumun esnaf orospu çocuğu ayağımdaki yırtık ayakkabıyı da gördüğü için, bunlar nasıl olsa almak zorunda diyip indirim yapmıyor. Velhasılkelam, annemin elime tutuşturduğu maydonoz poşetiyle evin yoluna koyuluyoruz. Ayakkabı alınmadığı için çok üzülüyorum ama ağlamıyorum, inat da etmiyorum illa alın diye çünkü o amına koduğumun parası yok bizde.
   Ertesi gün son iki ders beden eğitimi. Ben yine utana sıkıla giyiyorum bez ayakkabılarımı. O gün kendi kendime zayıf olan matematiğimle bi hesap yapıp o ayakkabıyı almaya yetecek parayı okul harçlığımı biriktirerek toplamayı düşünüyorum ama öyle ahım şahım bi harçlığım olmadığı için o parayı tahminen bi çeyrek yüzyılda anca toplayabileceğimi öğreniyorum.
   Günler, haftalar geçiyor. Artık bez ayakkabılarımla iyice kardeş olduk. Birbirimize alıştık. Perşembe günleri pazara da gitmiyorum bizimkilerle ama hala vazgeçmediğimin bi alışkanlığım olan "pazar arabasını kurcalama ve bana ne aldınız " sorusunu soruyorum her perşembe. Yine böyle bi günde mahallede it taşlayıp top oynadığım bi günde annemle babamın pazardan döndüğünü görüyorum. Hemen oyunu moyunu bırakıp eğer paraları artmış ve muz almışlarla bi tane muz koparmak, yoksa bi tane elmayı dişleye dişleye birlikte eve dönmek üzere yanlarına koşuyorum. (muz benim çocukluğumda sadece zengin ailelerin yediği bi meyve idi). Eve geldiğimizde annemle beraber pazar arabasını boşaltmaya başlıyoruz. Arabadaki sebze meyve furyası bittikten sonra en altta zeminde bi kutu görüyorum. Kalbim çarpıyor birden. Yoksa diyorum ayakkabı mı aldılar? Zaten boyum kadar olan pazar arabasının içine uzanıp o kutuyu yakalayıp çıkarıyorum ve çok beğendiğim turuncu bağçıklı ayakkabılarla karşı karşıyayım. Mutluluktan ölmek üzereymişim sanırım ki hâlâ bu kadar net hatırlayabiliyorum herşeyi.
   Ertesi gün yırtık bez ayakkabılarıma veda edip yeni turuncu bağçıklı ayakkabılarımı giyiyorum beden dersinde. Mutluluğun Nirvanasındayım.
   Şimdi düşünüyorum da babam bana o ayakkabıyı alabilmek için kim bilir nelerden feragat etti, kim bilir ne türden orospu çocuklarının ağız kokusuna katlanmak zorunda kaldı, kim bilir bana o ayakkabıyı alamadıkları gün ne düşündüler annemle beraber, üç kuruş asgari ücretin zaten borca harca giden yarısından geriye kalanla bana koskoca 30 milyon ayırıp belki o ay ıspanak almamıştı annem ya da belki o ay yürüyerek gitmişti işe babam.
   25 yaşına geldim. Bu olayın üzerinden 15 sene geçmiş. Şimdilerde bi ayakkabıya o 25-30 milyonun 10 katını hiç düşünmeden verirken bile hala aklıma gelir babamın o ayakkabıyı ilk istediğim andaki çaresizliği ve o esnafın mendebur yüzü.
   Umarım emeklerinizin karşılığını aldığınız bir evlat olmuşumdur.


anneme ve babama.

Metris Kışlası. 17 ocak 2015.