14 Aralık 2017 Perşembe

Adil ve Cem

Ilk gençlik yıllarımda Çilekeş adında Ankara'lı bi rock grubu vardı. Sanırım şu sıralar davulcuları hariç bütün üyeleri Gaye Su Akyol ile çalışıyormuş. Yani grup dağılmış. Çok sevdiğim bi parçası var bunların rapçi fuat ile yaptıkları bi düet adı Gözaltı. Şarkının sözlerinin hepsi ayrı güzel ama sonlarına doğru "Adil ve Cem için" şeklinde geçen bi cümle var. Yıllardır merak etmiştim Adil ve Cem kim diye. Çilekeş grubu şu yazıda açıklamış şarkının hikayesini, uludağsözlükte buldum ;

13 Aralık 2017 Çarşamba

Sesinden anlarım...

~Oğuz~

Yine aynı rüyalar diye mırıldandı. Terden dolayı yatak neredeyse sırılsıklam olmuştu ama şoktan çıkana kadar yataktan çıkamadı. Dört yıldır ne zaman Ipek'i düşünse buna benzer rüyalar görüyordu.

Duş alırken bu banyoda Ipek ile kaç kez sevişdiklerini, kaç kez sarhoş olarak kıyafetleri ile sıcak su altında gülme krizlerine girdiklerini hatırladı. Tıraş olurken jileti temizlemek için sıcak suyun altına tutunca glümsedi, İpek söylemişti sıcak suyun jiletin paslanmasını hızlandıracağını. Gülümsemesi aynı hızla kayboldu; Ipek'e yaptıkların için kendini asla affedemeyeceksin, bu senin kanserin olacak...

Tekrar uyumadı. Yeniden o rüyanın içine düşmekten korkuyordu. Sabah olana kadar fotoğrafları ile ilgilendi. Öğlenden sonrası için Efsun'la buluşacaklardı. Aslında dışarı çıkmayı hiç istemiyordu çünkü kendini tam manasıyla bok gibi hissediyordu ama söz vermişti kıza. Ipek'e de sözler vermiştin...

Efsun ile buluşmaya giderken kafasında bin türlü düşünce vardı. Ödül töreni için kendisi ile gelmesini teklif etmeli miydi acaba Efsun'a. Bu gecenin üzerine böyle teklifi etmek ne kadar doğru olabilirdi? Sonuçta Efsun sadece ülkedeki fotoğraf meraklısı olan bir avuç insandan sadece biriydi ve benim başarılarıma hayran olması dışında pek bi anlam ifade etmiyordu ilgisi. Ama beni biliyor olsaydı şaşkınlık tepkisini telefonda değil sahilde otururken verirdi.

Yol boyu bunları ve Ipek'i düşündü. Tabiki daha çok Ipek. Okulu bitirdi mi ? Nerede ? Ne yapıyor? Beni özledi mi ? seni egoist piç kurusu... Ben onu özledim. Düşünceleri silemiyordu kafasından. Hayatının belirli dönemlerinde rüyalarında İpek'i gördüğü olurdu elbet, sadece bir rüya diyip üzerinde çok durmazdı ama bu kez bi sorun vardı. Rüyada İpek acı çekiyordu. Bunu hissetmişti Oğuz.

Kadıköy'deki buluşma mekanına vardığında Efsun çoktan gelmişti bile. Trafiğe lanet etti.

-Merhaba, geciktim kusura bakma.
-Önemli değil, Oğuz Demirsoy ile randevulaşmak hergün karşılaşılabilecek bişey değil.
-Abartma sadece sıradan bir insanım, alt üstü iyi fotoğraf çekiyorum. Sizin bu yanlış çıkarımlarınız yüzünden beni egoist biri sanıyorlar.

Karşılıklı kahkaha attılar. Güzel bi kız sayılırdı Efsun. Muhtemelen üniversite 2. sınıf öğrencisi olacak yaşlardaydı. Ödül törenine gelmesini teklif etmenin çok yersiz ve saçma olacağını düşündü bu yüzden ve orada vazgeçti tekliften. Yalnız gitmek daha iyiydi, her zamanki gibi...

-Eee bir günü nasıl geçer ki Oğuz Demirsoy'un anlatsana biraz?

Bu soruya cevap vermek için çok yanlış bi gün diye içinden geçirdi Oğuz.

-Senden ya da şuradaki diğer insanlardan pek bi farkı yok aslında. Sadece biraz daha fazla fotoğraf ile ilgileniyorum o kadar.
-Baya bi fazla. Ülke hatta Avrupa çapında ödül alacak kadar.
-Evet ama o ödülleri almak için türlü türlü hayvan saldırılarına maruz kalıp soğuktan donmanın eşiğinden döndüğüm zamanlar oldu. İşinin karşılığı alacağın taktir tamamen o işi ne kadar iyi yaptığına bağlı. Tabi ben biraz nirvanaya çıkıp kurtlar tarafından ısırılıyorum o ayrı.

Yine birlikte kahkaha attılar. Oğuz kafasını hala toparlayamadığından sanki Efsun kahkaha atarken Ipek'i görüyor gibiydi.

-Ee sen kimsin, sen neler yapıyorsun tanımadığın insanlara kağıt bardakta çay taşımaktan başka?

Efsun gülümseyerek cevap verdi,

-Yıldız'da okuyorum ben. Sanat ve Tasarım Fakültesi, fotoğraf ve video bölümü.
-Öyle bi bölüm mü varmış ?
-Herkes sizin gibi alaylı değil Oğuz bey, biz de mektepli fotoğrafçıyız ne var yani.
-Gayet iyiymiş, fotoğraflarını görmek isterim.
-Ben daha çok video ile ilgileniyorum. Çünkü video çekmek daha samimi ve heyecanlı geliyor bana sakın yanlış anlama fotoğrafı aşağılamıyorum ama fotoğrafı çekerken oluşması gereken ahengi sabırla beklemek hiç bana göre değil.
-Haklısın biraz sabır gerektiren bir olay.

Sohbetleri ilerledikçe ve ortak konular çoğaldıkça daha da keyif almaya başladı Oğuz Efsun'dan ama sadece bu kadar. Daha ileri olmazdı. Hele ki bugün, bu kafayla bunu düşünmek en büyük yanlışı olurdu.

Eve döndüğünde aklından hala Ipek'i atabilmiş değildi. Normal olmayan bişeydi bu. Çünkü hiç böyle olmamıştı. Biseyler yapmak istedi. Ipek'e ulaşmak ve onunla konuşmak istedi. Ne olacaktı ki sanki. Alt üstü merak etmişti yani. Ilk önce sosyal medya hesaplarına bakmak istedi ama ya hesapları gizli ya da yoktu çünkü bulamamıştı. Kendine akşam yemeği hazırladığı süre boyunca kendisi ile tartıştı Ipek'i arayıp aramama konusunu. En sonunda telefonun numarasını gizleyip aramaya karar verdi. En azından sesini duyayım, ben onun sesinden anlarım zaten nasıl olduğunu, gerçi sürekli olarak sanki her an ağlayacakmış gibi hüzünlü konuşurdu Ipek ama olsun.

Numarayı gizleyerek tek seferde tuşladı. Hala unutmamışsın. Kanserin olacak...

Çalmaya başladıktan bir kaç saniye sonra açıldı telefon ;

-Alo? Efendim? Alo kimsiniz?

Telefon kapandığında bi süre hareketsiz kaldı Oğuz. Öyle çok özlemişti ki Ipek'in sesini. Kendini haki renkli koltuguna attı. Kendine hayret ediyordu çünkü ayrıldıktan sonra defalarca Ipek ile iletişimi olmuş ama hiç bu şekilde etkilenmemişti. Üstelik bu kez Ipek'in hiçbişeyden haberi bile yoktu...


Devamı : http://ozaaeen.blogspot.com/2018/01/ismini-duyunca.html

7 Aralık 2017 Perşembe

Çok acıyor

~OGUZ~

-Oğuz bunu yapmak istemedi sen de biliyorsun.

Tanımadığı bir kadının sesiydi duyduğu. Bazı lambaları pırpır eden soğuk ve beyaz bir hastane koridorunda yürüyordu. Sol elinde bir çift paten vardı.

-Ama bıraktı beni.

Ikıncı sesi tanıyordu;
-Ipek ? diye seslendi. -Ipek Nerdesin?

-Uyu hadi dinlenmen gerekiyor. Yaranın iyileşmesi için uyumalısın.

Oğuz sesin kaynağını bulmak için koridordaki bütün odalara telaşla girmeye başladı. Ipek'ti konuşan ve her ne olduysa canı yanıyordu. Onu bulması gerekiyordu. Her girdiği odada yüzlerinin olmasi gereken yerde koyu bir karanlık olan sessiz bedenler karşılıyordu onu.

-Çok acıyor Oğuz yalvarırım gel.
-IPEEEK!

Ne koridorun ne odaların ne de o korkunç insanların sonu yok gibiydi. Ipek'in sesi hem çok yakında; kafasının içinde hem de cok uzaktaymış gibiydi. Koşmaya başladı, yolun bir sonu olmalı diye düşündü. Burnuna keskin hastane kokusu gelmeye başlayınca dengesini kaybedip yere düştü. Kalkıp devam etmek istediğinde tekrar yere düştü. Patenler şimdi ayağındaydı ve üzerinde kan vardı. Korkmaya ve ağlamaya başladı.

-Ipek nerdesin Ipeeek?
-Oğuz çok acıyor.
-İpeeeek! Geliyorum dayan, nolur dayan bitanem bekle geliyorum.

Patenleri ayağından çıkarıp duvara fırlattı ve küfürler ederek yeniden koşmaya başladı. Ipek'in sesi hiç durmadan koridorda yankılanıyordu.

-Oğuz çok acıyor lütfen gel Oguz.

Bilinçsizce koşuyordu. Yuvadan ilk kez havalanan kartal yavrusu gibi yalpalaya yalpalaya...Eğer birisi Ipek'e zarar verdiyse onu öldürürüm. En çok zararı sen verdin unuttun mu ? Küfür ederek kendini cevapladı;

- O zaman kendimi öldürmeliyim he ne dersin? Belki o zaman sen de huzura kavuşursun orospu çocuğu !

Kendisiyle kavga etmeyi bırakıp yeniden koşmaya verdi tük dikkatini. Her adımında başka bir anı canlanıyordu kafasında. Sinemadaydılar. Filmi izlemekten çok birbirlerinin bedenlerini keşfetme meşgullerdi. Göksu parkında çimenlerin üzerinde yatıp fotoğraf çekmeye çalışıyorlardı. Bir belediye otobüsünde boğazı geçerken Ipek'in omzunda uyuyakalmıştı. Emirgan Korusunda öpüşüyorlardi insanları umursamadan. Birlikte paten kaymaya çalışıp yine birlikte yere düşüyorlardı kahkahalarla. Sarmaş dolaş titreyerek sevişiyorlardı, Ipek kulağına nefes nefese Seni Seviyorum diye fısıldıyordu. Anıların ardı arkası kesilmiyordu. Daha hızlı koşmaya başladı. Ipek'in sesi sürekli koridordaydı.

Koridorun sonu nihayet gelmişti. Kırmızı bir kapı vardı karşısında. Ağlama sesi geliyordu içeriden. Ipek'ti bu. Kapıyı açmayı denedi ama açılmadı. Omuzu ile yüklendi ve ardı ardına vurmaya başladı.

-Oğuz burdayım çok özledim seni lütfen acele et.
-Geldim geldim burdayım dayan sevgilim birazdan yanındayım sana kimse zarar veremez.

Kapıya tekmeler atmaya başladı ama kapı ahşap olmasına rağmen çelik gibi sağlamdı ve kıpırdamıyordu. Öfkesini kontrol altında tutamadigindan omzu kırılırcasına vurmaya başladı. Zorladı zorladı ve kapı aniden açıldı. Beyaz ve parlak bir boşluğun içine doğru düşmeye başladı. Tutunacak hiçbir şey yoktu. Herşey beyaz ve parlaktı. Havada dönmeye, taklalar atmaya başladığı anda o paradoksun içinde gördü Ipek'in yüzünü. Sürekli takla atıp döndüğü için odaklanamıyordu. Ipek'in yüzü havada asılı duruyordu sanki. Saçları her zamankinden daha uzundu ama yüzü çok solgundu. Bağırmaya çalıştı ama sesinin çıkmadığını farketti. Hatta dudaklarını bile hissetmiyordu. Eli ile yokladığında dudaklarının birbirine dikilmiş olduğunu anladı. Yeniden ağlamaya başladı. Neler olduğunu anlamadan beyazlığın içinde sonsuzluğa düşüyordu hızla...

-IPEEEEK

Çığlık atarak uyandı Oğuz. Kuledibi'ndeki evinin karanlık yatak ortasındaydı. Su içinde kalmış, çıplak teninden ter damlacıkları süzülüyordu. Saate baktı. Gece 03:13'tü.

Devamı : https://ozaaeen.blogspot.com/2017/12/sesinden-anlarm.html

8 Eylül 2017 Cuma

Sinemaskop

Yil 99 ya da 2000. Bacak kadar boyumla 450 kişilik bi sinema salonunun en arka sırasında oturuyorum. Sinema salonlarının günümüzün modern hapishaneleri olan AVM'lere esir olmadığı güzel dönemlerin son kalelerinden biri olan Burç Sinemasindayım. Bilen bilir, Bursa'da her türden ve milletten insanla karşılaşabileceğiniz Altıparmak caddesinde yolun hem sağında hem de solunda karşılıklı 2 binası olan ve halk arasında Yazıcıoğlu olarak da bilinen sinema. Babamın "lambacı" olarak işe başlayıp zamanla makinist olduğu işletme. Çocukluğuma dair hatırladığım bir çok güzel anısı vardır bende burasının. Daha pasaja girer girmez burnunuza gelen patlamış mısırın kokusu, makine dairelerinden gelen takır-tukur makaralı film makinelerinin sesleri ve koridorlara işlemiş olan sigara dumanı. Sinemaların bir ticarethaneye dönüşmeden hemen önceki dönemleri. 3 numaralı salondayım. Binanın en büyük salonu. Genelde gişe yapması beklenen büyük filmlerin oynatıldığı salon. Izlemek üzere olduğum film ise Tim Burton yapımı ve başrolünde tabiki de Johnny Depp'in oynadığı Sleepy Hollow.  Türkçeye çevrilmiş hali Hayalet Süvari'ydi. Yıllar sonra filmin "Başsız Süvari" isimli bir romandan uyarlandığını öğrenecektim.10 yaşında bir velet olarak neden ve nasıl korkmadan bu filmi izlemişim, babam neden izlememe  müsade etmiş ve o yaşta olmama rağmen altyazıya nasıl yetişip okumuşum inanın hiç hatırlamıyorum. (O zamanlar çok nadir türkçe dublajlı olurdu filmler, şükürler olsun ki öyleymiş) Haftaiçi ve gündüz seansı olduğu için salonda benden başka sadece iki kişi var. Film çıkışında beni sıkıştırıp sen korkmadan nasıl izledin diye sormuşlardı dün gibi hatırlarım...

Bu salon benim favori salonumda çünkü gerçekten çok büyük bir perdeye sahipti. Ayrıca babamin da sorumlu olduğu 2 salondan biri olduğu için de sempati duyuyordum sanırım. Kocaman bir makine dairesi, 3 tane film makinesi vardı. Makinelerden birisi yedekti ve çalıştığını hiç görmedim. Makinenin üstünde bulunan dolu bobindeki film şeridinin irili ufaklı rulolar ve düzenekler arasından geçip, makinenin arka kisminda bulunan her ateşlendiğinde beni korkutan projektör ışığının ve perdenin büyük olmasından dolayı görüntüyü genişletmeye yarayan sinemaskop merceğinin yardımıyla perdeye yansıtılan şeridin yine aynı karışıklık ve düzenekler arasından alttaki boş makaraya aktığı 2 tane devasa da ana film makinesi vardı salonun.

Makinelere duyduğum hayranlık ve ilgi bir yana dursun, sinemaskop merceğine karşı olan tutkum inanılmaz derecede güçlüydü. Çünkü gerçekten zaten çok havalı bi düzenek olan bu makinenin en önünde altın sarısı rengiyle adeta "gel dokun bana" diye sesleniyordu. Ama tabiki hemen ardından babamin sesi geliyordu ; "dokunma ona oğlum çok hassas aman ha."

Türlü türlü gariplikler vardı o dönemler sinemalarda. Belki de bazılarınızın hiç bilmediği şeyler. Bunlardan bahsetmek istiyorum biraz. O dönemler AVM sinemaları olmadığı için çok geç saatlerde seanslar olurdu. Gece 01.00 seansında Yüzüklerin Efendisi : Yüzük Kardeşliği'nin salonda neredeyse full çektiğini bilirim. Hal böyle olunca da babamin o filmi bitirip eve gelmesi nerden baksan sabaha karşı 5'i buluyordu. Böyle anlarda babamların yaptığı inanılmaz derecede kurnaz şeyler vardı. Film başlamadan önce ve film aralarında izlediğiniz reklamlar tıpkı film gibi şerit halindeydi doğal olarak ama bu şeritler film şeridine dahil değildi. Yani kendi başına küçük bir rulo olan reklam filmi şeridi, özel bir kesme ve yapıştırma makinesi ile ana filmin rulosunun önüne yapıştırılır, film başlamadan önce reklamı bu şekilde izlerdi insanlar. Gece seanslarında müdürler ve patronlar zaten çoktan evlerine gittikleri için babam ve diğer makinistler genelde bu reklam rulolarını film rulosundan ayırırlardı ki zamandan tasarruf etsinler. Hatta ve hatta aramızda kalsın ama babamin filmin rulosundaki kendince gereksiz gördüğü bazı sahneleri de rulo içinde kare kare takip edip koca bir sahneyi filmden attığını bilirim. Sırf eve biraz daha erken gelebilmek için milyon dolarlık filmlere "machinist cut" yapıyormuş adam yahu. Fedakâr babam. Canım babam eve erken gelebilme uğruna bazen Galadriel'in güç yuzuklerinin hikayesini anlattığı giriş sahnesini keserdi, bazen Görevimiz Tehlike 2'deki Ethan Hunt'ın uçak sahnesini keserdi. Vallahi Peter Jackson ve J.J. Abrams duysa kalpten gider adamlar.

O zamanlar şahit olduğum bir başka gariplik daha vardı. Mesela başka bir gişe filmini ele alalım, Spider-man 2. Gerçekten çok sağlam bir gişe yapıp o dönem rekor kırmış bi film. Bu filmi tek salonda oynatmak tabiki işletme sahibinin işine gelmiyor ama elinde de sadece filmin her iki yarısı için 1'er adet olmak üzere tek cift makara var. Işi öyle güzel ayarlamışlar ki, babamin bulunduğu binada filmin ilk yarısı bitiyor ve film arası veriliyor. Babam ilk yarının makarasını geri sarma makinesine bağlıyor ve rulo başka bir makaraya akarak yeniden izlenmeye hazır hale geliyor. Tam o sırada caddenin karşısındaki binadan bi eleman gelip yeniden izlenmeye hazır olan ruloyu alıp filmin ikinci yarısına ait olan ruloyu bırakıyor. Böylece aynı anda 2 salonda ortalama 1er saat aralıkla oynamış oluyor film. O zamanlar çok ilginç ve zekice gözükmüştü bu olay bana. Şimdilerde neredeyse aynı ayda farklı salonlarda başlıyor filmler. Ahh dijital teknolojinin adı batsın!

Bir de bahşiş meselesi var tabi. Günümüzde hemen herkes elindeki bilete bakıp koltuğunu bulup oturabiliyor ama o dönem bu işlem biraz farklıydı. Çünkü bilette gerçekten çok garip bir kod ile yazılmış olan koltuğu bulmak kolay değildi ve bu iş için lambacılar vardı. Salon girişinde sizi karşılar, yerinize kadar götürür ve bahşiş beklerdi başınızda. Gerçekten muazzam derecede yüzsüzlük. Ee isteyenin bir yüzü vermeyenin iki yüzü...Gün sonunda toplanan para kaç tane lambacı ve makinist varsa eşit olarak bölünür ve paylaşılırdı. Ne kadar bahşiş olabilir ki demeyin çünkü babamin bana söylediğine göre hâlâ oturmakta oturduğumuz evin temeli atılırken Mel Gibson'ın Brevaheart bahşişleri büyük payı varmış. Ahh sana minnettarım William Wallace!

Bir makinistin oğlu olmanın getirdiği en güzel şey tabiki ücretsiz film izlemenin ve market poşeti içine doldurulmuş sınırsız patlamış mısırın yani sıra bir de istediğin afişe sahip olabilme şansıydı. Her film yanında birbirinden farklı 5-6 tane afişi ile gelir. Bunlardan birisi orjinal afiş olur. Afiş dediğimiz olay ön yüzünde filmin bilgileri olan arkası düz beyaz kuşe kağıt. Orjinal afişte işler biraz farklı. Ön yüz yine aynı bilgiler ama arka yüz beyaz değil, ön yüzün aynalanmış hali. Arka yüzün renkleri biraz daha soluk olur ve kuşe kağıt gibi kaygan değildir yüzeyi. Film vizyondan çıktıktan sonra rulolar dağıtıcı firmaya  geri gönderilirken bu orjinal afiş de geri gönderilirdi ama diğer afişleri kimse sormazdı ne oldu diye. Işte onların bi kısmı benim odamdaydı ;) Babamin makine dairesindeki yemek masasına serip üzerinde melemen yediği de olmuştur tabi. Bazen de afişleri mahalledeki cd'ci diye tabir ettiğimiz dükkanlara götürür, afiş karşılığı konsol oyunu alırdım...

Kayıp eşya bürosu vardı bir de sinemada. Seans aralarında salonlar temizlenirken bulunan her türlü eşya orada bekletilir. Sahibine ulaşılabilirse teslim edilir, ulaşılamazsa eşyanın değerine göre bir süre depoda bekler daha sonra bulan kişiye verilirdi bulduğu her neyse artık. Bazen fotoğraf makinası bazen şemsiye bazen cep telefonu, kitap, peluş oyuncaklar vs.

Velhasıl sinemaya dair şimdilik aklıma gelen anılarım bunlardan ibaret. Bir dahaki sinema konulu yazımda, sinema salonlarında gördüğüm insanlar ve yaptıkları olabilir. Iyi günler dilerim.

Ozan Kırtepe

19 Mart 2017 Pazar

Die in battle and go to Valhalla

Odin‘in benim için şölen masasını hazırladığını bilmek çok güzel. Yakında kıvrık boynuzlardan şarap içeceğiz. Odin'in Valhalla'sına gelen bir savaşçı şikayet etmez. Onun yanına ağzımda korku sözleriyle girmeyeceğim. Æsir beni karşılayacak. Ölüm yas olmadan gelecek. Ben de gitmek için sabırsızlanıyorum. Disir artık beni eve götür, Odin'in gönderdiği Valkürler. Æsir ile onur duyarak içkimizi yudumlayalım. Ömrümün günleri sona eriyor. Ölürken gülüyorum.

—Ragnar Lothbrok

6 Şubat 2017 Pazartesi

İçine Kapanık

~Oğuz~

  Oğuz'un, Efsun ile karşılaşmasının üzerinden neredeyse 20 gün geçmişti. Aklının bir kısmı sigara paketinde yazan numaranın son hanesine mümkün olan 9 numaradan her birini sırayla ekleyip doğru kişiye yani Efsun'a ulaşmasını söylüyordu. Diğer yandan da bu konu üzerinde çok durmaması gerektiğini, Efsun'un toplumun sıradanlığından sıyrılmış kendini deliliğe vuran tatlı bir kız çocuğu olduğunu düşünüyordu. Kendisi otuzlarına 3 kala iken Efsun olsa olsa 23 yaşında falandı.

   Geçen 20 gün boyunca evine kapattı kendini Oğuz. Öyle mütemadiyen alemlere akan, fütursuzca alkol alıp eğlenen bir yapısı da yoktu hani. Daima yalnızlığı boş kalabalığa tercih ederdi. Zaten bu yüzden doğa ve vahşi yaşam fotoğrafçılığı hobisini ilerletip mesleği haline getirmişti. İnsanların aşk ve sevgi gibi kutsal olması gereken şeyleri ayaklar altına almasından hoşlanmıyor, onları bu kutsal duyguları sıradanlaştıran et parçaları olarak görüyordu. Boşa harcanan ömürler, boşa geçen zaman, boşuna atan kalplerdi onlar Oguz için. Çok az insanın o duyguları layıkıyla yaşadığını düşünüyordu. İnsanların kıymet bilmeyen, ilgi arsızı, tamahsız birer müsfetteye nasıl dönüştüklerini anlayamıyordu. Oğuz'un dogması sevgiydi. Sevginin ilk ve saf hali. Herkes çikolatalı pasta severdi. Ama söz konusu Oğuz olduğunda o pastanın kremasindan kakaonun çekirdek haline kadar sevmekti onunki. Detayları seviyordu. Özü seviyordu Oğuz. Bu yüzden çoğu zaman yalnız kalıyordu. Çünkü onun gibi düşünen çok az insan bulabiliyordu. Efsun'u düşündü bir an salonunun duvarında asılı duran, bizzat kendisinden aldığı Frans Lanting'in sisli bir amazon ormanı sabahını kareleştirdiği fotoğrafına bakarken. En sevdiği haki renk tekli koltuğunun yanındaki sehpa üzerinde duran sigara paketine uzandı. Son hanesi eksik telefon numarasının yazılı olduğu sigara paketi.

   Kalkıp bilgisayar masasına geçti. Vahşi yaşam fotoğrafçılığı ödüllerinin verileceği gece için bilgilerin yer aldığı e-postayı açtı. 2 kişilik davetiye. Uçak bileti rezervasyonu ve adres bilgileri vardı postada. Oğuz'un 2 fotoğrafı yarışıyordu ödül için. Fotoğraflardan ilki, geçen sene Çin'de çektiği avlamak üzere peşinden koştuğu tavşana pençe indirmek üzere olan bir kar panterinin fotoğrafıydı. Diğer fotoğraf ise son 5 yıldır özel olarak takip ettiği, Sarıkamış'ın Handere Köyü'nün ormanlarının derinliklerini kendine yuva edinmiş olan bir kurt sürüsüne aitti. Kurt ailesine özel ilgisinin olmasının sebebi ise bundan 5 yıl önce aynı bölgede çekim yaptığı bir esnada, sürünün o zamanki alfa dişisi tarafından saldırıya uğrayıp sağ ayak bileğinde o dişinin hatırasını taşıyor olmasıydı. Yaralı halde bir süre ilerledikten sonra bayılmış, şans o ki bir çoban tarafından bulunup belki de o sürü tarafından parçalamaktan kurtulmuştu. Bir kaç ay sonra tekrar o bölgeye gittiğinde alfa dişinin bir kurt kapanına yakalanıp öylece acı içinde kıvranarak öldüğünü görmüştü. O da sağ arka ayağından yakalanmıştı kapana. Kim bilir ne kadar acı çekmişti...Kendisine saldıran bu dişinin ölümüne çok üzülmüştü Oğuz. Onların bölgelerine girmiş, dişi de onu tehdit olarak algılayıp saldırmıştı. Bu doğanın kanunuydu. O günden sonra sürüyü takip etmeye ve fotoğraflamaya karar verdi. Alfa dişisinin anısını yaşatmak istiyordu...Yarışma için seçtiği fotoğraf ise şu sıralar 13 kurttan oluşan sürünün yeni alfa dişisinin 3 yavrusunu emzirdigi bir fotoğraftı. Bu kareyi yakalamak için 1 hafta boyunca durmak bilmeyen kar yağışı altında fırsat kollamış, tipinin nadiren durduğu anlarda inlerinden çıkan yavruların annelerini emdiği anı beklemek zorunda kalmıştı. 

   Davetiye iki kişilikti. Tekrar Efsun geldi aklına. Numaranın sonuna gelmesi muhtemel 9 rakamdan biri Efsun'un numarası olmalıydı. Tek tek deneyip bulması gerekiyordu sadece. Henüz 20 gün önce alelade tanıştığı bir kadının böyle bir gecede yanında olmasının ne kadar doğru olup olmadığını tarttı kafasında. Ayrıca kadın da böyle bir teklifi kabul etmezdi zaten. Gülümsedi kendi kendine. Telefonunu eline alıp numaranın sonuna rastgele bir rakam ekleyerek çevirdi. Kullanılmayan bir numara olduğunu söyledi karşıdaki ses. Yeniden denedi. Bir erkek açtı telefonu.Hiç bişey demeden yüzüne kapattı. 10 dakika sonra bütün kombinasyonları denemişti. Bazı numaralar cevap vermiyor, bazılarına ulaşılamıyordu. Yani Efsun'a ulaşamamıştı Oğuz. Telefonunu tekrar bıraktı masaya. Ulaşamadığı ya da cevap alamadığı numaralardan biri Efsun'a ait olabilirdi. Aslında bunu çok umursamıyordu ama içten içe de birisinin Efsun olmasını ve kendisine dönmesini bekliyordu. İçindeki bu arzu için kendine şaşırıyordu. Çünkü hiç tanımıyordu onu. Onu kafaya takıp numaraları tek tek araması bile kendi benliğine yakıştıramadığı bir hareketti zaten.

   Midesi kazınıyordu açlıktan. Telefonu masaya bırakıp mutfağa yöneldi. Buzdolabını açıp ne yapabilirim diye bakındı bir süre. Bir avuç kadar brüksel lahanası çıkardı. Yarım paket de geçen akşamlardan kalan makarnayı çıkardı tezgaha. Her ikisi için de ayrı ayrı tencerelere su koyup kaynamaya bıraktı. Aklı telefonundaydı. İçinde bir yerlerde o numaralardan birinin gerçekten Efsun olmasını isteyen derin bir beklenti vardı. Telefonu cebine alıp, kendı kendine bir aptal lisesi gibi görünmek de istemiyordu ama aklını ve kulağını ordan alamıyordu. 

    Yemeğini yedikten sonra Beyoğlu'nun Kuledibinde bulunan küçük apartman dairesi evinin ışık almayan küçük odasına son çektiği fotoğrafları negatif banyosu yapmaya geçti. Her geçen gün o kadar iyi oluyordu ki fotoğraf işinde, bu konuda egosunun okşandığı anlarda asla mütevazi olmuyordu. 19 yaşında genç bir üniversite öğrencisiyken hobi olarak başladığı bu iş şimdi ona hayal bile edemeyeceği paralar kazandırıyordu. Üstelik sürekli üstüne koyarak. Üst Üste 6 yıl ülkenin en iyi Vahşi Yaşam Fotoğrafçısı seçilmişti. Bir ödül töreni sonrası kendisine, ''Neden sürekli en vahşi hayvanların fotoğraflarını çekiyorsunuz?'' diye soran gazeteciye, ''Henüz en vahşisini çekmedim çünkü selfielerde çok çirkin çıkıyorum'' diyerek esprili ama bir o kadar da düşündürücü bir cevap vermişti. 

   Fotoğrafları özenle ipe asarken telefonunun çaldığını duydu. Hızlı adımlarla dar koridoru geçip salona ulaşıp. Son hanesi 9 olan ulaşamadığı numaralardan birisi arıyordu. Telefonu açıp kulağına götürdü ;

-Efendim ? 
-Oğuz. Oğuz Demirsoy. 

   Telefondaki ses Efsun'a aitti...

Devamı : http://ozaaeen.blogspot.com/2019/10/ayaz.html