8 Eylül 2017 Cuma

Sinemaskop

Yil 99 ya da 2000. Bacak kadar boyumla 450 kişilik bi sinema salonunun en arka sırasında oturuyorum. Sinema salonlarının günümüzün modern hapishaneleri olan AVM'lere esir olmadığı güzel dönemlerin son kalelerinden biri olan Burç Sinemasindayım. Bilen bilir, Bursa'da her türden ve milletten insanla karşılaşabileceğiniz Altıparmak caddesinde yolun hem sağında hem de solunda karşılıklı 2 binası olan ve halk arasında Yazıcıoğlu olarak da bilinen sinema. Babamın "lambacı" olarak işe başlayıp zamanla makinist olduğu işletme. Çocukluğuma dair hatırladığım bir çok güzel anısı vardır bende burasının. Daha pasaja girer girmez burnunuza gelen patlamış mısırın kokusu, makine dairelerinden gelen takır-tukur makaralı film makinelerinin sesleri ve koridorlara işlemiş olan sigara dumanı. Sinemaların bir ticarethaneye dönüşmeden hemen önceki dönemleri. 3 numaralı salondayım. Binanın en büyük salonu. Genelde gişe yapması beklenen büyük filmlerin oynatıldığı salon. Izlemek üzere olduğum film ise Tim Burton yapımı ve başrolünde tabiki de Johnny Depp'in oynadığı Sleepy Hollow.  Türkçeye çevrilmiş hali Hayalet Süvari'ydi. Yıllar sonra filmin "Başsız Süvari" isimli bir romandan uyarlandığını öğrenecektim.10 yaşında bir velet olarak neden ve nasıl korkmadan bu filmi izlemişim, babam neden izlememe  müsade etmiş ve o yaşta olmama rağmen altyazıya nasıl yetişip okumuşum inanın hiç hatırlamıyorum. (O zamanlar çok nadir türkçe dublajlı olurdu filmler, şükürler olsun ki öyleymiş) Haftaiçi ve gündüz seansı olduğu için salonda benden başka sadece iki kişi var. Film çıkışında beni sıkıştırıp sen korkmadan nasıl izledin diye sormuşlardı dün gibi hatırlarım...

Bu salon benim favori salonumda çünkü gerçekten çok büyük bir perdeye sahipti. Ayrıca babamin da sorumlu olduğu 2 salondan biri olduğu için de sempati duyuyordum sanırım. Kocaman bir makine dairesi, 3 tane film makinesi vardı. Makinelerden birisi yedekti ve çalıştığını hiç görmedim. Makinenin üstünde bulunan dolu bobindeki film şeridinin irili ufaklı rulolar ve düzenekler arasından geçip, makinenin arka kisminda bulunan her ateşlendiğinde beni korkutan projektör ışığının ve perdenin büyük olmasından dolayı görüntüyü genişletmeye yarayan sinemaskop merceğinin yardımıyla perdeye yansıtılan şeridin yine aynı karışıklık ve düzenekler arasından alttaki boş makaraya aktığı 2 tane devasa da ana film makinesi vardı salonun.

Makinelere duyduğum hayranlık ve ilgi bir yana dursun, sinemaskop merceğine karşı olan tutkum inanılmaz derecede güçlüydü. Çünkü gerçekten zaten çok havalı bi düzenek olan bu makinenin en önünde altın sarısı rengiyle adeta "gel dokun bana" diye sesleniyordu. Ama tabiki hemen ardından babamin sesi geliyordu ; "dokunma ona oğlum çok hassas aman ha."

Türlü türlü gariplikler vardı o dönemler sinemalarda. Belki de bazılarınızın hiç bilmediği şeyler. Bunlardan bahsetmek istiyorum biraz. O dönemler AVM sinemaları olmadığı için çok geç saatlerde seanslar olurdu. Gece 01.00 seansında Yüzüklerin Efendisi : Yüzük Kardeşliği'nin salonda neredeyse full çektiğini bilirim. Hal böyle olunca da babamin o filmi bitirip eve gelmesi nerden baksan sabaha karşı 5'i buluyordu. Böyle anlarda babamların yaptığı inanılmaz derecede kurnaz şeyler vardı. Film başlamadan önce ve film aralarında izlediğiniz reklamlar tıpkı film gibi şerit halindeydi doğal olarak ama bu şeritler film şeridine dahil değildi. Yani kendi başına küçük bir rulo olan reklam filmi şeridi, özel bir kesme ve yapıştırma makinesi ile ana filmin rulosunun önüne yapıştırılır, film başlamadan önce reklamı bu şekilde izlerdi insanlar. Gece seanslarında müdürler ve patronlar zaten çoktan evlerine gittikleri için babam ve diğer makinistler genelde bu reklam rulolarını film rulosundan ayırırlardı ki zamandan tasarruf etsinler. Hatta ve hatta aramızda kalsın ama babamin filmin rulosundaki kendince gereksiz gördüğü bazı sahneleri de rulo içinde kare kare takip edip koca bir sahneyi filmden attığını bilirim. Sırf eve biraz daha erken gelebilmek için milyon dolarlık filmlere "machinist cut" yapıyormuş adam yahu. Fedakâr babam. Canım babam eve erken gelebilme uğruna bazen Galadriel'in güç yuzuklerinin hikayesini anlattığı giriş sahnesini keserdi, bazen Görevimiz Tehlike 2'deki Ethan Hunt'ın uçak sahnesini keserdi. Vallahi Peter Jackson ve J.J. Abrams duysa kalpten gider adamlar.

O zamanlar şahit olduğum bir başka gariplik daha vardı. Mesela başka bir gişe filmini ele alalım, Spider-man 2. Gerçekten çok sağlam bir gişe yapıp o dönem rekor kırmış bi film. Bu filmi tek salonda oynatmak tabiki işletme sahibinin işine gelmiyor ama elinde de sadece filmin her iki yarısı için 1'er adet olmak üzere tek cift makara var. Işi öyle güzel ayarlamışlar ki, babamin bulunduğu binada filmin ilk yarısı bitiyor ve film arası veriliyor. Babam ilk yarının makarasını geri sarma makinesine bağlıyor ve rulo başka bir makaraya akarak yeniden izlenmeye hazır hale geliyor. Tam o sırada caddenin karşısındaki binadan bi eleman gelip yeniden izlenmeye hazır olan ruloyu alıp filmin ikinci yarısına ait olan ruloyu bırakıyor. Böylece aynı anda 2 salonda ortalama 1er saat aralıkla oynamış oluyor film. O zamanlar çok ilginç ve zekice gözükmüştü bu olay bana. Şimdilerde neredeyse aynı ayda farklı salonlarda başlıyor filmler. Ahh dijital teknolojinin adı batsın!

Bir de bahşiş meselesi var tabi. Günümüzde hemen herkes elindeki bilete bakıp koltuğunu bulup oturabiliyor ama o dönem bu işlem biraz farklıydı. Çünkü bilette gerçekten çok garip bir kod ile yazılmış olan koltuğu bulmak kolay değildi ve bu iş için lambacılar vardı. Salon girişinde sizi karşılar, yerinize kadar götürür ve bahşiş beklerdi başınızda. Gerçekten muazzam derecede yüzsüzlük. Ee isteyenin bir yüzü vermeyenin iki yüzü...Gün sonunda toplanan para kaç tane lambacı ve makinist varsa eşit olarak bölünür ve paylaşılırdı. Ne kadar bahşiş olabilir ki demeyin çünkü babamin bana söylediğine göre hâlâ oturmakta oturduğumuz evin temeli atılırken Mel Gibson'ın Brevaheart bahşişleri büyük payı varmış. Ahh sana minnettarım William Wallace!

Bir makinistin oğlu olmanın getirdiği en güzel şey tabiki ücretsiz film izlemenin ve market poşeti içine doldurulmuş sınırsız patlamış mısırın yani sıra bir de istediğin afişe sahip olabilme şansıydı. Her film yanında birbirinden farklı 5-6 tane afişi ile gelir. Bunlardan birisi orjinal afiş olur. Afiş dediğimiz olay ön yüzünde filmin bilgileri olan arkası düz beyaz kuşe kağıt. Orjinal afişte işler biraz farklı. Ön yüz yine aynı bilgiler ama arka yüz beyaz değil, ön yüzün aynalanmış hali. Arka yüzün renkleri biraz daha soluk olur ve kuşe kağıt gibi kaygan değildir yüzeyi. Film vizyondan çıktıktan sonra rulolar dağıtıcı firmaya  geri gönderilirken bu orjinal afiş de geri gönderilirdi ama diğer afişleri kimse sormazdı ne oldu diye. Işte onların bi kısmı benim odamdaydı ;) Babamin makine dairesindeki yemek masasına serip üzerinde melemen yediği de olmuştur tabi. Bazen de afişleri mahalledeki cd'ci diye tabir ettiğimiz dükkanlara götürür, afiş karşılığı konsol oyunu alırdım...

Kayıp eşya bürosu vardı bir de sinemada. Seans aralarında salonlar temizlenirken bulunan her türlü eşya orada bekletilir. Sahibine ulaşılabilirse teslim edilir, ulaşılamazsa eşyanın değerine göre bir süre depoda bekler daha sonra bulan kişiye verilirdi bulduğu her neyse artık. Bazen fotoğraf makinası bazen şemsiye bazen cep telefonu, kitap, peluş oyuncaklar vs.

Velhasıl sinemaya dair şimdilik aklıma gelen anılarım bunlardan ibaret. Bir dahaki sinema konulu yazımda, sinema salonlarında gördüğüm insanlar ve yaptıkları olabilir. Iyi günler dilerim.

Ozan Kırtepe