2 Ekim 2019 Çarşamba

Küllerinden Doğan



~İpek~

Masadaki şişeye uzanıp aldı ve Oğuz'un kadehini doldurmak için eliyle işaret etti.

-Bu şarabı çok seversin sen, özellikle aldım.


Oğuz yaşadıklarının rüya olup olmadığını anlamak için kadehi burnuna yaklaştırarak kokladı. Keskin ve ekşi şarap kokusu ciğerlerine doldu. Gerçekti, İpek karşısındaydı.


-Burada olmanı özlemişim. Yıllar sonra seni bu salonda görmek...Sanırım bir şok yaşıyorum.
-Öyle ayakta mı duracaksın gece boyu? Aa pardon senin koltuğuna oturmuşum.

İpek kalktığı anda başı döndü ve bir anlığına sendeledi. Oğuz hemen ileri atılarak dengesini bulmasına yardımcı olmak istedi ama İpek boştaki eli ile durmasını işaret etti.

-Sarhoş değilim Oğuz Demirsoy.

Oğuz'un haki renkli koltuğundan kalkarak onun tam karşısındaki ikili koltuğa geçip oturdu.

-Otur ve anlat Oğuz.
-Neyi?
-Her şeyi. Beni bırakmanı. Her şey harika giderken biten ilişkimizi. Bıçak gibi kesip attığın hayallerimizi. Hadi her şeyi anlat. Merak etme bu beni son görüşün olacak ve söz veriyorum hesap sormayacağım. Sadece bilmek istiyorum.
-Bitmesi gerekiyordu ve bitti bunu sen de biliyorsun defalarca konuştuk.

İpek sinirlenerek gücünün yettiği kadar bağırarak konuştu:

-Konuştuğumuz falan yok! Sadece sen konuştun! Sadece senin istediklerin oldu! Beni bir kez olsun bile dinlemedin! Arkanı döndün ve siktir olup gittin bana tek bir açıklama bile yapmadan!

Sesi titriyordu ve gözleri dolmuştu. Ağlamamalıydı. İçinden sürekli "Güçlü bir kadınım ben" diye tekrarlıyordu ama sanki bu cümle daha çok gücünü emiyordu. Sesini bu kez iyice alçaltarak devam etti:

-Lütfen Oğuz bilmem gerekiyor. Bununla yaşayamıyorum artık. Lütfen.

Yüzünü başka bir tarafa doğru çevirerek bakışlarını Oğuz'dan kaçırdı. Çünkü ona baktıkça içi karıncalanıyordu. Çok özlemişti. Gözleri gramafona takıldı ve yüzünde küçük bir gülümseme oluştu.

-Hadi Oğuz bekliyorum.

Oğuz koltuğuna oturdu.

-Eğer sana her şeyi açıklarsam duyacağın bu şeyler seni şimdi olduğundan daha mutlu etmeyecek. Bana olan öfken şuan bir ise o zaman on olacak. Bunu gerçekten istiyor musun?

-Ne olabilir ki? En fazla memeleri hoşuna giden sarışın bir çıtırla aldatmışsındır beni ya da benden daha güzel bakan, daha güzel gülümseyen birisi çelmiştir aklını. Her şeye hazırım merak etme.

Oğuz derin bir iç çekerek:

-Keşke o söylediklerinden birisi olsaydı. Tamam madem öğrenmek istiyorsun başlayalım. Kalkar mısın o koltuktan?

İpek anlamadığı belli eden bir ifadeyle Oğuz'un suratına bakıyordu.

-Koltuğun altında görmen gereken şeyler var.

İpek usulca kalkarak kenara çekildi ve Oğuz tek eliyle uzanarak koltuğun bazasını açtı. Önceden buraya eski gazete ve dergileri koyardı İpek, ortalıkta kalabalık yapmasın diye ama şimdi orada üzerinde büyük bir T harfi olan bir çanta vardı. Bavul gibi duruyordu ama değildi. Daha sert bi malzemeye benziyordu ve T harfinin altında turkuaz bir ışık yanıp sönüyordu nefes alır gibi.

-Ne bu?

Oğuz uzanıp çantayı yerinden çıkardı ve orta sehpahanın üzerine koydu. T harfinin hemen altında bulunan gizli tuş takımını çevirerek oraya çıkardı. Oğuz koltuğu tekrar kapattı ikisi birden koltuğa oturdu. Oğuz'un teninin kokusu İpek'i cezbediyordu bu mesafede. Aynı şeylerin Oğuz için de geçerli olduğunu bilmeden kaçamak bakışlarla Oğuz'u süzüyordu.

-Nedir bu Oğuz oyun oynama!
-4 haneli bir kod lazım açılması için. Hala emin misin her şeyi öğrenmek istediğine?

İpek anlayamıyordu. Ayrılıkları ile bu aptal çantanın ne alakası vardı. Deli gibi merak ediyordu.

-Evet tabiki istiyorum.
-4 haneli kod. İlk 2 hanesi tanıştığımız gün. Son 2 hanesi senin doğduğun gün. Tuşla hadi.

Tam tuşlayacağı sırada Oğuz elini tutarak:

-Lütfen beni affet.
-Ben seni affedeli çok oldu. Seni sen affet. Şimdi izin ver bakayım.

İpek sırasıyla 1-3-2-8 tuşlarına bastı ve T harfini altındaki ışık yeşile döndü. Çantanın üst kapağı otomatik olarak kalkmaya başladı. Çantanın içinde çok profesyonel olduğu her halinden belli olan bir fotoğraf makinesi lensi, bir kaç tane tabanca, bir sürü evrak ve pasaport belgesinin olduğu bir bölme ile hayatında daha önce hiç görmediği teknolojik cihazlar vardı. Gördüklerini anlamaya çalışıyordu ama şaşkınlığını da gizleyememişti.

-Oğuz bunlar ne?
-Bunların hepsi benim hayatım.

İpek uzanıp pasaportlardan birini eline aldı. Harflerden anladığı kadarıyla Rus pasaportuna benziyordu ama fotoğraftaki kişi Oğuz'du ve saçları üç numaraydı. Başka bir pasaportu daha aldı. Bilmediği ve tanımadığı bir alfabede bir şeyler yazıyordu fotoğrafta ama fotoğraftaki yine Oğuz'du, sadece daha esmer ve daha sakallı haliydi. Bunun gibi neredeyse 10'dan fazla pasaport vardı.

İpek elini silahlardan birine uzattı ama Oğuz elini yakalayıp başını iki yana sallayarak dokunmasını engelledi.

-Kimsin sen Oğuz?
-Sana göre Oğuz Demirsoy. Rus pasaportunda okuyamadığın satırlara göre Evgeny Zhirkov. Diğeri de Kamboçya pasaportuydu. 20'den fazla ülkeye vatandaşlığım var. Hepsine herhangi bir diplomatik sorun yaşamadan girip çıkabiliyorum.

İpek biraz ürkmüş ama daha da meraklanmıştı.

-Silahlar?
-Korkma katil değilim, kimseyi öldürmedim ama yaralamış olduklarım var tabi.
-Ne anlama geliyor tüm bunlar açıklar mısın artık?
-The Order of Trinity adında dünyanın her yerine ulaşabilen ve her devletin her seviyesinde ajanları olan bir birlik adına çalışıyorum. Daha doğrusu onların eline doğdum da denebilir. Annem ve babam olarak bildiğin kişiler de birlikten. Çocukluğumu hatırlamıyorum. Yani çocukluk anım yok. 9 yaşında bu aileye verildim ve beni sıradan ailelerin sıradan çocukları gibi büyüyüp eğittiler. Belirli periyotlarla Trinity eğitimlerine katılıp test edildim. 9 yaşından öncesini gerçekten hatırlamıyorum. Yaşadığım travmatik şeyler yüzünden mi yoksa bana yaptıkları başka bir şey yüzünden mi hatırlamıyorum, bilmiyorum.

Bunları dinlerken İpek'in şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Oğuz'un 9 yaşındaki halini hayal etti. Çok üzüldü yaşamış olabileceği şeyler düşünerek.

-Eee?
-Okuduğum okul ve fotoğrafçılık kendi tercihlerimdi. Tabi bir de sen. Bu üçü dışında hayatımı tamamen Trinity yönlendirdi. Daha sonra da beni mevcut yeteneklerim doğrultusunda kullandı. Kimya okuyordum, bunu türlü türlü zehire karşı bağışıklık kazanmam ve onları rahatça ayırt edip insanlara karşı kullanabilmem konusunda eğittiler. Iyi fotoğraf çekiyordum, bunu da görmek istedikleri şeyleri onlara vermem için kullandılar.

-Peki ben?

İpek bunu sorarken midesi bulanıyordu. Kendisi de bir şekilde Oğuz'un hayatında bir araç olamazdı. Buna inanmak istemiyordu.

-Sen aşktın. Seni ilk kez okulun kütüphanesinde görmüştüm. Başını hiç kaldırmadan tam 48 dakika Geoffrey Nowel Smith'in Dünya Sinema Tarihi kitabını okudun. Yüzünü tam anlamıyla görebilmek için tam 48 dakika bekledim. Sonra o güzel yüzünü kaldırdın ve benim içime güneş doğdu. Oracıkta aşık oldum sana, bir gün seni bırakacağımı bile bile. Yapmamam lazımdı. Yıllarca duygularımı kontrol edebilmek için türlü türlü eğitimlere hatta bazen işkencelere tabi tutuldum ama simsiyah saçlarının arasında parlayan yüzünün güzelliğine kapılmaya engel olamamıştım. Aslında nasıl olsa bir gün bir yerlerde ölürüm ve seni kendi isteğimle bırakmış olmam diye düşünüyordum. Sonuçta ölmüş olacaktım. Hatta kendimi öldü bile gösterebilirdim, Trinity bunu yapabilirdi. Tabi konu sen olduğunda bütün karar mekanizmam alt üst olduğu için hiçbir şey düşünmeden seni sevdim ve tadını o yaşa kadar bilmediğim ve daha sonra da asla tadamayacağım aşkı dolu dolu yaşadım seninle. Hepsi gerçekti yani. Sen gerçektin.

İpek yerinden kalkıp mutfağa doğru yürüdü. Su içmek istiyordu. Yaşadığı şok nedeniyle alkollü halinden eser kalmamıştı ve damağı kurumuştu. Geri döndüğünde Oğuz elinde İpek'in bir fotoğrafını tutuyordu.

-Bunu çektiğimde henüz tanışmamıştık. Sanırım vize dönemiydi ve her zaman altında oturduğumuz ıhlamur ağacının altında oturup ezber yaptığın bir sırada uzaktan çekmiştim bunu. Daha sonraları alerjim olduğu için o ağacın altına gitmekten nefret edecektim ama sen çok sevdiğin için sesimi çıkarmıyordum.

İpek oturup fotoğrafı aldı ve inceledi. Çantanın içindeki bir zarfta daha bir sürü fotoğraf olduğu belliydi.

-Peki bu birlik, Trinity. Senin kız arkadaş edinmene nasıl yaklaştı? Bir gün seni bırakacağımı biliyordum dedin, bu demek oluyor ki ikili ilişkilere pek açık bir oluşum değil?
-Muhtemelen ailendeki herkesten, saçını ne sıklıkla boyattığından, arkadaşlarından ve aklına gelen, gelmeyen bir sürü detaydan haberleri vardır ama bana hiçbir zaman bir geri bildirim yapmadılar seninle ilgili. Yapsalardı eğer muhtemelen ben seni tercih eder ve bugüne kadar bana kattıkları her şeyi yakıp atmış olurdum. Tabi bu ölmeme sebebiyet verirdi.
-Peki beni neden bıraktın Oğuz?
-Japonya'ya gittiğim dönemi hatırlıyor musun? 2013'de.
-Döndükten 2 ay sonra ayrılmıştık nasıl unutabilirim?
-Sen beni oraya her zaman olduğu gibi doğa fotoğrafları çekmeye gittim olarak biliyorsun ama asıl amacım çok uluslu bir Japon şirketinin CEO'suna şantaj yapıp onu Trinity'e kazandırmaktı. Adam tam bir zamparaydı ama Japon kültüründe karısına ihanet eden bir adamın ifşa edilmesi vatan hainliği kadar yüz kızartıcı bir suç sayılır. Onu bir kaç hayat kadını ile birlikteyken fotoğraflayacak ve geri dönecektim.
-Böyle şeyler için bir sürü paralı dedektif yok mu?
-Adam çok iyi korunuyor ve istihbaratı çok derin. Zira senin hayvan saldırısı ya da düşüp yuvarlanarak oluştuğunu sandığın vücudumdaki yaraların bazıları aslında bu adamın bana bıraktığı izler.
-Nasıl yani?
-Adamın ekibi takip edildiğini biliyormuş. Yani benden ve Trinity'den haberdarlardı. Adamı bir restoranda fotoğraflamak için makinemi çıkardığım anda kafama bir maske geçirdiler ve bayıldım. Uyandığımda kaburgalarımda bir kaç kırık ve göğsümde gördüğün bazı yaralar ile Japon Şeytan Denizindeki sayısız adalardan birindeydim.

İpek, Oğuz'a acıdı. Aklından şunlar geçiyordu, "Ailesi olmamış, çocukluğu olmamış, hayalleri peşinden gidememiş bir adam. Tüm bunlara rağmen beni sevmiş. Ölmeyi göze alacak kadar sevmiş ve belki de ben ölmeyim diye beni terk etmiş..."

-Adada olduğunu nerden anladın.
-Uyandıktan ortalama 3 saat sonra Trinity tarafından kurtarıldım. Derimin altındaki GPS çipi sayesinde. İstanbula döndükten sonra da senden hiç istemesem de ayrılmayı düşünüyordum. Çünkü işler başka bir zaman başka bir yerde daha kötüye gidebilir ve hayatımdaki tek önemli şey benim yüzünden yitip gidebilirdi.

Oğuz'un delici bakışları kalbinin ritmini bozuluyordu. Kafasını tutup bağrına basarak hepsi geçti her şey geçti demek istiyordu. Teselli edilmesi gereken kendisiydi ama bunları öğrendikten sonra o kadar üzülmüştü ki bağrına basıp içine sokmak istiyordu hala sevdiği adamı...

-Bundan kurtulmanın bir yolu yok muydu? Trinity'den.
-Ancak onlar isterse çıkabilirsin birlikten. Aslında çıkmak da değil. Sadece pasif konuma geçiliyor.

Oğuz yerinden kalkarak gramofonun yanına gitti. Yandaki dolaptan plakları karıştırmaya başladı ve birini alıp gramafona yerleştirdi. Müzik çalmaya başlayana kadar bekledi ve müzik girince arkasını dönüp elini uzatarak:

-Dans edelim mi?

Şuan Oğuz ölelim diye sorsa yine kabul ederdi İpek. Kendisine uzatılan eli tutarak kalktı ve Oğuz'un beline dolanmasına izin verirken kendisi de kokusunu can çekişen bir solucanın hayata tutunma çabası gibi özlediği adamın göğsüne yasladı ve müziğin ritmine bıraktı kendini...

(https://www.youtube.com/watch?v=MQL5zdEy-3k)

Acıyordu O'na. "Keşke yaralarını sarabilecek gücüm olsaydı. Keşke bunu yapabilseydim." diye geçiriyordu içinden. Oğuz'un göğsünde hissettiği her kalp atışı titreşimi İpek'i alıp başka bir anıya götürüyordu. Müziğin ritmine ve anın güzelliğine bıraktı kendini. Her şeyi bir anlığına unutup hatta hiç olmamış gibi. Sanki hala birliktelermiş gibi.

Oğuz'un bedenine dokunmasına izin veriyordu. Yapmamalıydı. Ondan nefret ediyordu. "Böyle bir şeyi açıklayarak ayrılmalıydı benden" diye düşünüyordu. Hiç bir gerekçe sunmadan çekip gitmesi İpek'i yıllar boyu kapatmak için uğraşmak zorunda kalacağı yaralar ile baş başa bırakmıştı. Ama yine de Oğuz'un elinin bedenindeki dokunuşlarla itiraz edemiyordu. Beline sarılmış olan kolunun yavaşça tişörtünün altına girip tenine dokunduğunu hissediyordu. Kafasını Oğuz'un göğsünden kaldırdığı an dudaklarının birbirleri ile buluşacağından emindi. Bunun olmaması için beyni müthiş bir savaş veriyordu kalbiyle. Oğuz'un O'nu iyice kendine çekip bedenlerini yapıştırması ile daha fazla dayanamayıp kafasını yasladığı yerden kaldırıp kolları ile Oğuz'un gövdesinden destek alarak kucağına zıpladı ve her şeyi akışına bırakıp yıllar sonra dudaklarını tekrar Oğuz ile buluşturdu...

Salon ve koridor boyunca her ikisi de tüm birikmiş duyguları ile düşe kalka ve birbirlerini neredeyse ısıra ısıra yatak odasına kadar geldiklerinde üzerilerinde sadece iç çamaşırları kalmıştı. İpek gözlerini nadiren açabildiği zamanlarda odayı incelemeye çalışıyordu. Her şey hatırladığı gibi yerli yerindeydi ama her ayrıntılı yine de incelemek istiyordu. Zevk inlemeri arasında kaçamak bakışlarla eski yatak odasını incelerken ne ara çırılçıplak soyulduğunu bile anlamadan Oğuz'un içine girmesiyle kasılarak kendine geldi. Bu hissi yaşamayalı o kadar zaman geçmişti ki kendini tamamen serbest bırakarak anın tadını çıkardı.


~Oguz~


İpek kucağındayken bir eliyle kalçalarından ona destek verirken bir eliyle de bedenini sevip okşuyordu. Teninden sıcaklık ile yükselen koku O'nu daha da cezbediyor ve İpek'in kasıklarını iyice bastılararak daha derinlere inmeye çalışıyordu. Her darbede İpek kendini daha sert bırakırken Oğuz'un kucağına, Oğuz da her itişince seksin de ötesine geçip bedenlerinin birbirine geçip kaynamasını isteyecek kadar güçlü ve arzu doluydu.

Saçlarını, boynunu, göğüslerini, belini, bacaklarını ve her ince detayını özenle öpüp kokluyordu kadınının.

Saatlerce kendileri susup bedenleri konuştu. Birbirini tanıyan, arzulayan, tamamlayan iki beden. Küçücük bir kıvılcım ile bir saniye sonra alev topuna dönüşen iki amansız aşık...

Gün ışığının gözlerine vurması ile uyanırken geceye dair hatırladığı son şey birbirine kenetlenmiş şekilde uyumalarıydı. Gözlerindeki bulanıklık geçtikten sonra kafasını çevirip yatağın diğer tarafında İpek'i görmeyi umuyordu ama umduğunu bulamadı. İpek yatakta değildi. Hemen yatakta doğrulup odaya göz gezdirdi. Gitmiş olamazdı. İpek bunu yapmış olamazdı. Bir kez daha O'nu kaybetmeyi göze alamazdı hem de böyle bir geceden sonra. Hemen kalktı ve salona doğru koştu. Trinity çantası hala masanın üzerinde açık bir şekilde. Banyo geldi aklına. Koşar adım banyoya gitti ama banyoda da yoktu İpek. "Fotoğraf odası" diye mırıldandı. İpek bazen oraya girip kurumayı bekleyen fotoğrafları incelerdi. Hızlıca oraya gitti ama İpek orada da yoktu. "Gitmiş" diye fısıldayarak küçük adımlarla yeniden yatak odasına yürüdü. Odaya vardığında dün gece yaşadıkları ve şuan yaşadıkları kafasında birbirine girmiş şekilde etrafa boş boş bakarken yatağın başındaki küçük çekmecelerin üstünde bir kağıt ve kalem gördü. Hemen atılıp kağıdı alıp açtı ve okumaya başladı:

Oğuz,

Sana veda edemeyeceğimi bildiğim için böyle bir not bırakıyorum sana. Lütfen beni anla. Bu gece buraya bir takım soruların cevabını almaya gelmiştim ve hepsini fazlasıyla aldım. Beni hala sevdiğini biliyorum. Ben de seni hala seviyorum ama bu bizim çözümümüz değil. Eğer beni seçersen öleceksin belki ve ben seni yine kaybetmiş olacağım. Bu geleceğe ben hazır değilim ve istediğim gelecek zaten bu da değil. Sen benim bugüne kadar yaşadığım en mutlu anıların başrolüsün ama biz birlikte olamayız. Bu hayatta bize birlikte mutlu bir yaşlılık bahşedilmemiş. Belki başka bir dünyada başka bir şekilde karşılaşırız ama şuan bu dünyada, senin hayatında bana yer yok. Hoşçakal.

Oğuz okumayı bitirdikten sonra tekrar tekrar bir kaç kez daha okudu inanmak istemediği bu satırları. Evet İpek tamamen haklıydı. Bütün hayatını bir kenara bırakıp İpek'i seçecekti dün geceden sonra ama muhtemelen ölümüne hatta daha kötüsü İpek'in ölümüne yol açacaktı. İpek mantıklı olanı yapmıştı. İpek cesur olanın yapması gerekeni yapmıştı...




6 ay sonra



~Oğuz~

İpek ile yaşadıkları o gecenin üzerinden neredeyse 6 ay geçmişti ve Oğuz 6 aydır Avrupa'nın farklı farklı yerlerini dolaşıp kafasını dağıtmış, bazen Trinity'nin verdiği işleri yapmış ve ülkeye döneli henüz 2 hafta kadar olmuştu. Bir gece yarısı salonda oturup fotoğraf makinasını temizlerken telefonu çaldı. Arayan Efsun'du. Umursamadı. Efsun inatla bir kaç kez daha aradı ama inat konusunda eğitimler almış bir kişi olarak Oğuz daha inatçıydı ve açmadı. Daha sonra telefona mesajlar gelmeye başladı. Oğuz gülümseyerek daha fazla dayanamadı ve telefonu alıp mesajları okumaya başladı:

"Aç şunu çok önemli"
"Oğuz açman gerekiyor"
"Lütfen aç konu İpek ile ilgili"

İpek mi ? Efsun ile İpek'in ne bağlantısı olabilir diye düşündü bir an ve daha düşündüğü anda kafasındaki taşlar yerine oturdu. Efsun'da şüphelendiği şeylerin aslında boş olmadığını birazdan anlayacaktı.

Sıradaki mesajı açtı:

"Saat 01:00, Atatürk Havaalanı, ucuş numarası TK17 Kanada uçağı ile İpek bir daha dönmemek üzere gidiyor. Aklın varsa gidip buna engel olursun ve o telefonun da umarım götüne girmiştir."

Oğuz boş boş telefonun ekranına bakıyordu. Beyni durmuş ne yapacağımı bilemeden satırları okuyordu. Saniyenin onda birlik bir anı içinde şuan çıksa havalanına varış süresini hesapladı ve saate baktı. 00:08'di. İpek tam da şu anda kabine girmiştir diye düşündü anında koltuktan fırlayıp arabasının anahtarlarını alarak çıplak ayak evden fırladı. Merdivenleri yarıya indirmişti ki arabadan vazgeçip motosikletini almayı akıl etti. Çok daha hızlı ve trafiğe takılmadan gidebilirdi. Geri döndü kapıyı kapattığını ve anahtarının olmadığını farkettiğinde kendine okkalı bir küfür savurdu. Bir kaç kez çelik kapıya omuz attı ama tabiki başarılı olamadı. Koşarak hemen zemin kata indi ve yönetici dairesinin kapısının yumruklamaya başladı. Onlarda yedek anahtar olmasını umdu.

Saat 00:13


Yedek anahtarı alıp hızlı hızlıca ve bazen tökezleyerek kendi katına gelip kapıyı açtı. Hemen girişteki anahtarlıktan motosikletinin anahtarlarını ve bir çift ayakkabısını eline alarak koşarak tekrar inmeye başladı. Otoparktan çıkarken saat 00:17 olmuştu.

Motosikletin limitlerini sonuna kadar zorlayarak kullanıyordu. Çok hızlıydı. Kafasında kaskı yoktu ve en ufak bir hatası ölümüne sebep olabilirdi. Bunun için çok dikkatli olmalıydı. Aynı zamanda uçağa nasıl girebileceğini düşünmesi gerekiyordu. İsterse Trinity sayesinde bunu yapabilirdi ama ne cep telefonu yanındaydı ne de kimlikleri. Bir şeyler planlaması gerekiyordu ama ne ?

Saat 00:25



~İpek~


İpek kabine geçip yerine oturup Hakan'ın gelmesini bekledi. Belki bir daha dönmemek üzere gidiyordu buralardan. Küçük bir anlığına Oğuz'u düşündü. Yazdığı mektubu düşündü. "Oğuz o mektubu okuyunca bana ulaşmaya çalışır belki" demişti kendi kendine ama Oğuz böyle bir hamle yapmamıştı. Kim bilir belki yapsaydı tüm gemileri yakıp her ne pahasına olursa olsun onunla birlikte olurdu. Hakan'ın da gelip yerine geçmesiyle kafasındaki bu düşüncelerden sıyrıldı. Tek düşündüğü şey "ben doğru olanı yapıyorum" oldu.

Saat 00:32


~Oğuz~


Oğuz son hız havalanına doğru ilerlerken birden bir benzin istasyonuna girerek market içindeki ücretli telefona koştu ve bir numara çevirdi. İnsanların ona garip bakışları arasında karşı tarafın telefona cevap vermesini bekliyordu. Telefon açıldı ama karşıdan bir ses gelmedi. Sadece Oğuz konuştu:

-Atatürk havaalanı. Uçuş numarası TK17'ye girmem gerekiyor. 7 dakika içinde orada olacağım. Dış hatlar girişinde kimliğe ihtiyacım var.

Oğuz telefonu kapatarak tekrar koşarak cıktı ve motoruna atlayıp yola devam etti. Havaalanında mutlaka bir kaç tane Trinity personeli vardır ve umarım 7 dakika içinde her şeyi hazır etmiş olurlar diye umut etti.

Saat 00:39

Havaalanına vardığında motorundan iner inmez dış hatlar kapısına doğru yöneldi ve kapıda onu bekleyen şapkalı Trinity elemanını gördü. Koşup kimliği alıp hızlıca giriş kapısını geçti ve kalabalık x-ray sırasını adeta yararcasına ilerledi ama polislerin önüne geçmesi ile durmak zorunda kaldı.

-Beyfendi sırayla alınıyor lütfen sıranın sonuna geçer misiniz ?

Oğuz hiç cevap vermeden elindeki kimliği uzatarak polis memurunun yüzünün önce kırmızıya sonra da yeşile dönmesini seyrederek kimliği geri aldı. Polis memuru geri çekildi.

-Buyrun efendim lütfen kusuruma bakmayın.

Saat 00.45

Adamın daha cümlesi bitmeden hızlıca oradan geçip Led ekran önüne gelerek TK17'ye ait giriş kapısını öğrenemeye çalıştı. Kapı numarası 213'tü ama kapının kapattığını belirtiyordu ekrandaki kırmızı yazı. 213'ün olduğu bölgeye vardığında tünelin uçaktan ayrıldığını ama hala bagaj kısmında yükleme yapıldığını gördü. Uçak muhtemelen rötar yapacaktı. Koşarak alt kata inip piste girmeli ve bir şekilde uçağın aprondan çıkmasına engel olması gerekiyordu ama nasıl?

Saat 00.50

Koşarak alt kata inip başka bir uçaktan gelen yolcuların alt kapılardan binaya girdiğini gördü ve hızlıca oraya yöneldi. Polisleri bu kez atlatamazdı çünkü münferit bir bireyin elinde üst seviye kimlik belgeleri bile olsa uçuş pistine öylece girmesine izin vermezlerdi. Koşarak oradan geçmeli ve doğruda uçağın kargo rampasından tırmanıp içine girmeliydi. Bu süreçte polislerin dur ihtarına uymayacağı için ateş açabilirlerdi. Ateş edilirse bir kaos ortamı oluşacak ve işler bambaşka bir noktaya ilerleyecekti. Hızlı düşünüp bir karar vermesi gerekiyordu.

Saat 00.55

Gelen yolcu kalabalığının arasına girerek kısa boylu orta yaşlı bir adamın arkasına geçerek sanki kendisi de uçaktan inmiş gibi geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Önündeki adamın şah damarlarını hızlıca, kimseye farkettirmeden sıkıp bırakarak adamın kısa sürelik bir baygınlık yaşamasını sağladı. Adam yere düşerken onu yakaladı ve yere yatırıp yardım çağrısı yaptı. Polisler kapı bölgesinden ayrılarak kalabalığın arasına girerken adamı yere yatırıp yavaş yavaş oradan uzaklaştı.

Saat 00:58

Kapıdan gelmeye devam eden yolcular arasından hızlıca geçerek önündeki uçağa doğru ilerledi. Hiç durmadan koşmaya başlayarak kargo rampasından tırmanarak uçağa atladı. Kargo görevlisinin arkasından seslendiğini duydu. Artık uçak kesinlikle kalkamazdı. Birazdan nasıl olsa köprüyü yeniden uçağa bağlayıp onu bulmaya geleceklerdi. Tüm bu kaos başlamadan önce bir an önce kabine çıkıp İpek'i bulmalıydı.

Saat 01:00

İlk bulduğu kapıdan geçerek kendisini uçağın WC kapısının karşısında buldu. Sanki WC'den dönen bir yolcu gibi kabin içine ilerledi. Çok vakti yoktu. Hemen İpek'i bulması gerekiyordu ama uçak çok büyüktü ve birazdan pilotların anonsu ile kaos buraya taşınacaktı. Koltukların arasında hızla ilerlerken her insana bakmaya, aynı zamanda da dikkat çekmemeye çalışıyordu. Ekonomi sınıfını geçip gitmek üzereydi ki pilotun anonsu geldi:

"Sayın misafirlerimiz küçük bir teknik atsaklıktan dolayı TK17 uçuş numaralı Istanbul- Vancouver rotalı uçağımız rötar yapacaktır. Lütfen bekleme salonuna geçerken uçuş kartlarınızı kabin personeline gösteriniz. Anlayışınız için teşekkür ederiz."

İnsanları paniğe sokmamak için uçağa kaçak bir yolcu bindi demediklerinden şanslıydı. Ama bileti yoktu. Uçaktan inerken mutlaka gözaltına alınacaktı. Bir an önce İpek'i bulmalı ve gitmekten vazgeçirmeliydi. Oğuz hızlıca bussiness sınıfına geçti. Bu kısım daha küçük olduğu için İpek'i bulması daha kolay olacaktı. Uçak aprona tekrar yanaşacagi için yolcular yavaş yavaş koltuklarından kalkıp el bagajlarini almaya başlamıştı. Tam o anda gördü İpek'i ama yanında bir adam vardı. Olduğu yerde bekledi. Bu adam da nerden çıkmıştı şimdi. Adam önde İpek arkada ön kapıya doğru oluşan kuyruğun içinde ilerlemeye başladılar. Buraya kadar gelmişti. Artık bunun geri dönüşü yoktu. İnsanlara iterek kalabalık arasından İpek'e doğru ilerledi...


~İpek~


Hakan'ın elinden tutarak söylene söylene ilerliyordu İpek. Tünel yeniden uçağa bağlanırken neredeyse bütün yolcular ayaktaydı ve kapıların açılmasını bekliyorlardı. O sırada bir el kolunu tuttu. Arkasını dönüp baktığında kan ter içinde kalmış Oğuz'u gördü. Şuan görmeyi düşündüğü son kişi bile değildi Oğuz. Bir an ne diyeceğini bilemeden öylece bakakaldı. Oğuz konuştu:

-Gitmene izin veremem. Bu kez olmaz.

Hakan da dönmüş olup biteni anlamak için sorgular gözlerle bakıyordu...






2 saat sonra havaalanı karakolu




~Oguz~


-Keşke en başında bize gelmiş olsaydınız efendim. Biz kule ile görüşüp o uçağın kalkmasını zaten engellerdik ve böyle bir kargaşa hiç yaşanmamış olurdu.

Genç başkomiser oturduğu yerde çok tedirgindi. Karşısındaki bu adamı gerçekten üst düzey bir devlet görevlisi sanıyordu.

-İnanın bana aklıma gelmediği için çok üzgünüm. Çok zahmet verdim size kusura bakmayın ama benim için gerçekten önemliydi. Sizin hiç bir kusurunuz yok. Bu olay basına da yansıyıp sizin irtibatınızı ve sicilinizi etkilemeyecek başkomiserim içiniz rahat olsun.
-Önemli olan sizin işinizin hallolmuş olması efendim ne demek.

Bu kadar sahte bürokrasi başını ağrıtıyordu. Bir an önce buradan ayrılmak ve İpek'i yanında olmak istiyordu tabi her şey tahmin ettiği gibi gittiyse...

Uçak boşaltılırken artık en az 1 saat rötar yapacağından emindi Oğuz. İpek'in kolunu bırakarak gerisingeri geldiği yöne doğru hareketlenip uçaktan inen son kişi kendisi olmuştu. Çünkü bir manga polis uçak kapılarında bilet kontrolü yapıyor olacak ve Oğuz'un biletinin olmadığını anladıklarında oluşacak olan kargaşayı kimsenin görmesi gerekmiyordu.

Polisler Oğuz'u gözaltına alırken İpek uzaktan izliyordu. Hakan da her şeyin farkına varmış ve böylesine bir üçgenin parçası olmak istemediği için kafası karışmış olan bu kadına gitmek istersen gidebileceğini, öyle ya da böyle bir tercih yapması gerektiğini söylemişti. Bu İpek'e daha çok acı veriyordu çünkü kendisi asla açık böyle konuşamazdı. Özür dileyip, Hakan'ı yanağından öpüp oradan ayrılmıştı...

Oğuz havaalanı karakolundan çıkarken İpek elinde valizi ile dışarıda bekliyordu. Karşısına geçip durdu ve gülümseyerek konuşmaya başladı:

-Yoğun ve stresli bir gece oldu. Tabi en azından benim için.

İpek cevap vermeden öylece bakıyordu. Oğuz yine gülümseyerek devam etti:

-Burası tam da bir şey söylemen gereken yer.

Daha cümlesini bitiremeden İpek'in tokadı indi suratına. Öyle güçlü bir ses çıkmıştı ki çevredeki insanların bile dikkatini çekti. Oğuz kafasını düzelttiğinde aynı yere bir tokat daha indi. Oğuz hiç tepkisiz yine boynunu düzeltti ve bekledi. İpek tam üçüncü tokadı indiriyordu ki İpek'in kolunu havada yakalayarak:

-Karşındakine vururken her defasında farklı yerlere vurmalısın ki daha çok canı yansın. Çünkü ilk vurduğun yer acı ile uyuşacak ve daha sonraki darbeler ilki kadar canını yakmayacaktır ve evet ben de seni çok seviyorum.

Kızı belinden kavrayarak çekti ve dudaklarına yapıştı...





Bir süre sonra, güneyde bir yerlerde bir okyanus kıyısında.



~İpek~


Elindeki defteri ve kalemi bir kenara bırakarak bacakların tam üzerinde hatta kucağı sayılabilecek bir yerde yatan sevgilisinin saçlarını okşayarak Onu usulca uyandırmaya çalışıyordu. Oğuz söylenerek uyanmamak için direniyordu. İpek içtenlikle gülümseyerek:

-Hadi ama kalkmamız gerekiyor güneş tepeye çıktı sayılır. Istakoz gibi kızarırsan seni yemek zorunda kalabilirim.

Kalkması için erkeğinin çıplak tenini gıdıkladı. Oğuz yavaşça doğrulmadan önce kadınının bacaklarının içine küçük öpücükler kondurmayı ihmal etmedi. Bu da İpek'i gıdıkladı ve kahkaha atmasına sebep oldu.

-Yapma insanlar var utanıyorum.
-Dünyanın öbür ucundayız ve burada seni tanıyan kimse yok senarist hanım.

İpek az önce kenara bıraktığı defteri aldı ve Oğuz'a uzattı:

-Öyleyse al bakalım. Doğum günün kutlu olsun.

Sevgilisinin burnuna bir öpücük kondurdu.

-Bugün benim doğum günüm mü?
-Trinity bu konuda sana yalan söylemediyse eğer öyle olduğunu düşünüyorum.

Birlikte kahkaha attılar.

-Bu nedir?
-O yeni filmimin hikayesi. Bizim hikayemiz. Oku hadi.

Oğuz defteri açarak okumaya başladı.


1. Bölüm

Sigara, Balıklar ve Peri Kızı


İçtiği sigara yüzünden alışık olmayan bünyesi sallanıyordu Beşiktaş iskelesine geldiğinde. Vapura binen insanlara baktı. Boş bakıyordu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder